03-01-2008, 20:43 | #1 |
Aktif Üye
Üyelik Tarihi: Apr 2007
Bulunduğu Yer: dostun sayfasi
Mesajlar: 1,786
Tesekkür: 0
|
Var mı yok mu?
Var mı yok mu?
siteadi.com - Var mı yok mu? Edip Cansever'in çok sevdiğim bir şiiri var: "Dostlar". "Adam Sanat" dergisinin Ağustos sayısında salt bu şiiri konu alan bir yazım da çıktı. O boğucu 1971 yılının yazıyla güzüne odaklanan, anı, günlük, hikâye öğeleri, hatta görsel öğeler içeren şiirde Cansever bir yerden sonra "İzmirli Sevgili"ye sesleniyor: ona, İzmir'in eski rıhtımında, "Tenha bir meyhanede" oturup Aragon'un bir dizesi ve şiir üzerine konuşmalarını hatırlattıktan sonra şöyle sürdürüyor: "Biz hayatı şiirden / Şiiri hayattan özümlemedik mi? / Ölüm de girse araya / Sahici aşklar kurmadık mı seninle / Tertemiz dosdoğru aşklar". Daha ilerde aldığı çağrıdan söz ediyor; "Gelsene diyordu İzmir'deki sevgilim / Son mektubunda". Sevgili, Kemeraltı kahvelerini anlatıyor, ince belli çay bardaklarını, 1971 olayları karşısında umutlu olmaya çağırıyor, "havalar da soğudu, kendine iyi bak" diye öğütte bulunuyor. Derken, sonlara doğru, şu beklenmedik dörtlük geliveriyor: "Bin dokuz yüz yetmiş bir yazı / Yok böyle bir sevgilim benim / Ama dayanıklı, ama gözü pek, ama umutla dolu / Olunca böyle bir sevgilim olsun isterdim" Bu döngüsellik bize aşkın o varla yok arası konumunu hatırlatmıyor mu? Bir kız arkadaşım, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın büyük halalarından biriyle evlenmeyi çok istediğini anlatır durur, hatta "Huzur"un Nuran'ını bu halaya yakıştırırdı. Ama bu hâlâ kimdi, adı neydi, tam bilemezdi. Tanpınar'ın ilgisi, ancak o öldükten ve ünlendikten sonra hatırlanmış, aile için bir övünç kaynağına dönüşmüştü. İşte sanatçı aşkının "akibet"ine örnek; bir de Tanpınar'ın yaşarken çektiklerini düşünün. Nuran, Mümtaz'a doğru biraz yalpalar ama sonunda tüccar kocaya geri döner, çocuğunu öne sürerek "rahat"ı seçer. Kim bilir kaç sanatçının ağırlığı, eserleriyle, iç zenginliğiyle değil, başka şeylerle tartıya vuruldu. Aksi de görülmedi değil; işte Piraye Hanım, Nâzım Hikmet'i büyük mahpusluğunda aşkla bekledi ve son demde yerini başkasına bırakmak zorunda kaldı. Sanatçı bu, o çelişkili kişiliğiyle, aşk bozgunu yaşarken de, fazlasıyla bulurken de öznelliğinin sınırları içinde savruluyor. Çoğu kez olağan bir süreç içinde gelişmeyen, önceden tasarlanmış ve zorunlu görülmüş bir aşk kavramından oluşturulmuş çarmıha gerilen sanatçı aşkı, bir kısır döngü de yaratır; varoluşsal bir acıya narkotik etki yapması umulurken, tam tersine o acıyı derinleştirir. Zaten genel olarak aşkı aşk yapan, hedefteki vuslattan çok, yol boyudur, hasrettir. Hani der ya Fuzulî: "Ah ü feryâdın, Fuzulî, incidiptir âlemi / Ger belâ-yı aşk ile hoşnud isen gavgaa nedir?" (Madem ki aşk belasından hoşnutsun Fuzulî, bu tantana nedir?) Aziz Nesin, yaşı ilerledikçe daha sık ve yoğun biçimde aşka sarıldığını söylemişti; bir şeyin elden gider olunca değerinin arttığını vurgulayarak. Yaşını başını almış erkek yazarların genç kızlara yönelik ilgisinde (tersi, olgun kadın delikanlı aşkı daha seyrek rastlanan bir tema) performans korkusundan kaynaklanan bir patoloji bulunduğu ileri sürülür. Vladimir Nabokov'un "Lolita"sında, Yasunari Kavabata'nın "Uykuda Sevilen Kızlar"ında bu tür bir patolojinin bakış açısından yayıldığı hissedilir. Ancak bir yerde haksızlık etmemek gerek; aşk bazen ölçüleri belli ama çoğu kez soyut bir "temiz sevgi"yi ön gerektiriyor. Bu saflık, puriten bir saflık değil, özellikle kapitalist toplumda iş alanına atılan kadınların -hayır, ekonomik özgürlük kazanarak değil, sistemin bireyci değerlerine sarılarak, paranın kirine bulaşarak- yitirdiği saflık. (Örneğimiz erkek sanatçı olduğundan kadınları andık, erkeklerin aynı kirlenmeye daha beter bulaştığı kuşkusuz). Yaşayan bilir; ne yazık ki aşk "teen" kuşağında ya da 35 yaş sonrasının burnu sürtülmüşlerinde daha uygun iklim bulabiliyor. alıntıdır. |
Tags |
var, yok |
|
|