Ana Sayfa


Sonbahar Logosu Ana Sayfaya Gidin Ekibimiz Forum Kuralları Arama
Geri Dön   Dostun Sayfasi > Serbest Bölge!
Yardım Takvim Bugünkü Mesajlar Arama

Serbest Bölge! Kategorize edemediğiniz her telden konuyu bu başlık altında tartışabilirsiniz.

Cevapla
 
LinkBack Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
Eski 30-04-2007, 22:28   #1
Onursal Dost
Serhad - ait Avatar
Üyelik Tarihi: May 2006
Yaş: 40
Mesajlar: 1,387
Tesekkür: 4294967295
63 mesajina 141 kez tesekkür edildi
 Serhad isimli üyemiz çevrimdışıdır. (Offline)
Thumbs up Mikail Aslan Röportajı

İnsanın Doğusu, Doğası, Doğrusu
siteadi.com - Mikail Aslan Röportajı

Abdal ozanlar soyundan gelen Dersimli Mikail Aslan, Almanya’ya sürgününden on iki yıl sonra ilk kez Türkiye’ye kabul edildi ve bir turne gerçekleştirdi. Dersim müziğinde, köklere inerek bir kazı çalışmasını başarıyla ve ısrarla sürdüren müzisyeni klamlarına yansıyan yüzüyle tanıma fırsatı bulduk. Her ne kadar pirlerin, dedelerin sesini, unutturulmaya çalışılan geçmişi bilincine eklemiş olsa da, otuz dört yaşında ve hiç durmadan üretmeyi sürdürüyor. Alman müzisyenlerle senfonik konserlerde eserlerini yorumlayan Mikail Aslan’la Doğu’dan Batı’ya sürgünü, müziği, doğayı ve doğrularını konuştuk.



İnsanın Doğusu, Doğası, Doğrusu
Pelin Özer,Roll Dergisi





Abdal ozanlar soyundan gelen Dersimli Mikail Aslan, Almanya’ya sürgününden on iki yıl sonra ilk kez Türkiye’ye kabul edildi ve bir turne gerçekleştirdi. Dersim müziğinde, köklere inerek bir kazı çalışmasını başarıyla ve ısrarla sürdüren müzisyeni klamlarına yansıyan yüzüyle tanıma fırsatı bulduk. Her ne kadar pirlerin, dedelerin sesini, unutturulmaya çalışılan geçmişi bilincine eklemiş olsa da, otuz dört yaşında ve hiç durmadan üretmeyi sürdürüyor. Alman müzisyenlerle senfonik konserlerde eserlerini yorumlayan Mikail Aslan’la Doğu’dan Batı’ya sürgünü, müziği, doğayı ve doğrularını konuştuk.


12 yıl sonra ilk kez Almanya’dan Türkiye’ye gelebildiniz, ama sürgününüzün hikâyesi daha da eskiye dayanıyor. Dersim’den Kayseri’ye göç...

10 yaşıma kadar yaşadığım yer çok ilginçti. Ağustos ve eylül aylarında bile su o kadar soğuktu ki içmek için ısıtmanız gerekiyordu. On yaşına kadar normal köy yaşamı, bir yere ayrılmıyorsunuz. Küçükken öyle hayaller kuruyorsunuz ki, çevremizi saran bu dağların üstüne çıksak acaba elimiz gökyüzüne değer mi, gökyüzü acaba mavi bir perde mi? Dünyayı o kadar küçük alıyorsunuz, acaba dağların, tepelerin arasında ne var, oradan nasıl görünüyor...

Köyünüzün adı neydi?

Bizim köy aslında Taug diye bir köye bağlı. Pekoy diyorlar Zazaca, “Dağ arkası” anlamına geliyor. Küçücük bir mezraydı, zaten dört tane ev. Bir kış günü yolunuz düşerse oraya, uzaktan baktığınızda böyle bir sis, duman yükseliyor bacalardan... Yaşanmayan bir yer gibi...

Göçe nasıl zorlandınız?

10 yaşındayken, sistematik bir baskı sözkonusuydu bizim coğrafyada. O dönem siyasi hareketler de yavaş yavaş yoğunlaşıyor, gençler politize oluyorlarlardı... Bizim abilerimiz de bu işlere girmişler, sempati duymuşlar. Baskılar yoğunlaşinca, abimin de o dönem faaliyetler içinde bir şeyler yapmasıyla, en azından gidip gelmesiyle ailemize bir baskı sözkonusu oldu. 10 yaşıma geldiğimde çok kötü bir olay yaşadık, bir asker abime işkence yaptı, annem assubayın kafasını kırdı. Çok ciddi olaylar... Ondan sonra baktık ki huzurumuz kaçtı, abim de cezaevine girince sürekli gelip rahatsız etme durumu sözkonusu oldu. Ondan sonra Kayseri’ye geldik.

Neden Kayseri?

Kayseri’ye 1960’larda Dersim’den bir göç furyası yaşanmış. Bazılarını toplu şekilde zorla göçertme yerine, “Size bir ev çıktı Kayseri’de, gitmek ister misiniz?” diye sormuşlar. Dersim’den çıkarılan aileleri Kayseri merkezde iskân evlerine yerleştirmişler. Bazıları gelmemiş ama tabii gelenler de olmuş. Köydekilerin maddi durumları çok kötü, mecburen kabul edip gelmişler. O zaman, ‘60’larda annemin sağdıçları yerleşmiş oraya. Onlar Kayseri’de diye biz de Kayseri’ye geldik, başka da gideceğimiz yer yoktu zaten. Köyden kopuş böyle oldu. Orayla ilgili anılarıma baktığımda aklıma gelen en güzel şey doğa... Doğayla korkunç bir ilişki söz konusuydu. Mesela saatimiz yoktu ama adımlarımızı gölgelerimizle sayardık. Gölge üç olduğu zaman öğle vaktidir, güneş tepede görünür. Kuşlarla, böceklerle, bitkilerle, hayvanlarla, arılarla farklı bir yaşam... Kainatla iç içesiniz. İnsan olarak onun üzerinde değilsiniz de sanki bir parçasısınız. Sürekli böyle bir kopuş yaşadım. Modern toplumlarda biz kainatın efendisiyiz, herşey bize hizmet etmek zorunda. Bu düşüncelerle sonradan tanıştık. Doğadan kopuş yaşadım, Batı’ya doğru gidişte bakıyordum, sanki ben orada cenneti yaşamışım. Çok küçük ama cennet gibi bir yer. Evimizin önünde küçük bir taş vardı, akşam bütün aile fertleri o taşın üzerine oturur dinlenmeye çekilir, bir şeyler içerlerdi.

Hayvancılıkla mı geçiniyordunuz? Neleriniz vardı?

Evet, iki yüz tane koyun vardı, keçiler vardı. Daha çok keçi... Dağlık yerde koyun fazla gezemiyor. Durumumuz da iyiydi, biz arıcılık yapıyorduk, petek arıcılığı. Natürel bal üretiyorduk, bugünkü kovanlar yoktu, eski tipte elde yapılmış yuvarlak kovanlar vardı. Ben arılarla, tavuklarla yaşıyordum.

Arı gözlemcisi miydiniz aynı zamanda? Birlikte yaşayıp üretmek adına onlardan ögrenecek çok şey var...

Aram çok iyiydi arılarla. O zamanlar devrimciler geliyordu bizim oralara, sürekli sosyalizmden bahsediyorlardı bize, herkes eşit falan. Bunların bize anlattığı nedir diye düşünüyordum, işte arılar yapıyor bunu. Arılar çok ilginçtir, bu çok geniş bir tema, Hz. Muhammed’in bir hadisi şerifi vardır, “Ben bu kainatta iki şeyin sırrını anlayamadım, biri arı, biri Ali.” (gülüyor) Arıların sırrı anlaşılmaz. Onlarda sürekli çalışma söz konusudur, kimse kimseyi çalıştırmaz ama herkes çalışır. Herkes ihtiyacına göre yer, çalışmayanlar, biraz gaddarca bir şeydir ama, öldürülür. Damızlık iki üç tane bırakılır ana arıyla çiftlessinler, soy sürsün diye. Erkek egemenliğinin tamamen bitirildiği bir yerdir arı toplumu. Küçükken başka uğraşınız yok ya, onları mikroskopik incelemeye alırdım. Ayaklarını nasıl bir şekle getiriyorlar, çiçekleri nasıl taşıyorlar... Çiçekleri ıslatıp ayaklarına doluyorlar, bir top oluyor rengârenk. İnanılmaz renkler, kırmızısı, moru. Her çesit çiçeğe gidiyorlar ya, her çeşit renk geliyor. Nasıl güzel renkler... Kraliçe arı çok akıllı, insanı ısırdığı zaman öleceğini biliyor, diğer arılar bilmiyor bunu. İnsanları ısırıyorlar ve ısırdıkları zaman, zehirlerini boşalttıklarında ölüyorlar. Kraliçe arıyı elime alırdım, çok güzel kanatları vardı, okşardım uzun uzun, hiçbir şey yapmıyor size. Çok güzeldi. Orada bıraktık arıları. Bazen düşündüğüm oluyor, 40-50 yaşıma geldiğimde köye gideyim arıcılık yapayım diyorum. Böyle şeyler oluyor yani, baba mesleği... (gülüyor)

Annenizle babanız aynı köyden miymiş?

Annemle babam herhalde aralarında çelişkisi olan iki aşirettenmiş. Aralarında kavga gürültü varmış. Onlar birleştirmedikleri için uzak kalmışlar yedi yıl birbirlerinden. Bakmışlar o zaman kimse bunları birleştirmiyor, kendileri birleşmişler sonra. Orada ilginç bir şey var, burada mesela çocuk doğurduğunuz zaman bir isim alıyorsunuz. Ama orada farklı, ben kendi kardeşlerimin isimlerinden yola çikayim, onlar o dönem ne yaşadılarsa ona göre isim takıyorlar. Olaylara göre. Mesela ilkine Pelgüzar diye bir isim takmışlar. Pel yaprak demek, zar ise zarafet... Ama bu kız kısa bir süre sonra aynı ismi gibi dayanamamış, ölmüş. İsmi onun kaderini belirlemiş. Bir süre sonra bu çocuğa çok çok büyük bir hasret duyduklarından dolayı, ahüzar oldukları için yeni doğanın ismini İntizar koymuşlar, Farsça hasret demektir. İntizar yaşama devam etmiş, bayağı büyümüş, ikinci çocuk gelmiş, birincisi mutlu yaşadığı için ona da Gülizar demişler, güller açmış.

Mikail ismi nasıl konmuş? Uluslararası bir melek...

Benim ismim de o bağlam içerisinde bir noktayı alıyor. Mikail melek ismi ama Anadolu’da bu ismi Ermeniler çok kullanır. Dört melek sadece Kuran’da değil bütün Semavi dinlerde geçiyor. Bazen bana soruyorlar, sanatçı olduktan sonra mı isminizi değiştirdiniz diye. İsmimden dolayı sorun yaşadığım da oldu. Kayseri’de ortaokulda askeri yönetim vardı. Mikail Aslan derler ayağı kalkarım, “Oğlum sen Ermeni misin?” diye sorarlar, “Yok hocam, elhamdülillah Türk ve müslümanım” derim. Kızar bana: “Sus lan otur yerine!” (gülüyor)

Söz Ermenilere gelmişken Erivan Radyosu’ndan söz edelim. Sizin için de özel bir yeri var mı?

Nereden biliyorsunuz siz Erivan Radyosu’nu... (Kalkıp elimi sıkıyor) Erivan Radyosu’nun herkesin üzerinde etkisi vardır. Yedi sekiz yaşındayken hatırlıyorum, o zaman Almanya’dan gelen teypler vardı, bizim insanlarımız, özellikle benim dedem burgusunu çeviriyor, bütün kainatı dolaşıyordu o sesle, sonra tak geliyor Erivan Radyosu’nda duruyor. İşin ilginç tarafı da biz anlamıyoruz onların dilini, biz Zazaca konuşuyoruz, onlar Kurmanca konuşuyor ama çok yakındı. Onlar aynı bizim gibi ağıt yakıyorlar, bizim gibi ağlıyorlar. Anlamadıkları halde dinliyorlardı. Arada Aşık Veysel çıkıyordu, babam çok severdi Aşık Veysel’i. Erivan Radyosu’nu sürekli dinliyorduk ve bizim için o sesler çocukken çok etkili oldu. Sonra ben Almanya’ya çıktığımda gittim hemen Erivan Radyosu’nun kayıtlarını buldum. Üzerimde öyle bir etkisi var, halen dinliyorum ve dinlediğim zaman çocukluğuma götürüyor beni.

Karapete Xaco ile aranız nasıldır? Ermeni olup da Kürt müziği üzerinde ustalaşmış bir efsane...

Ermeni soykırımı olduğunda Yezidi Kürtler de Ermenilerle berabermiş. Bunlar hiç Müslümanlaşmamış Kürtler... Bunlar da soykırıma uğradıklarından Ermenilerle beraber Erivan’a gidiyorlar. Yolculuk sırasında diyelim ki Karapete Xaco’nun ailesi kayboluyor, o bir Kürt ailesinin yanında büyüyor. Erivan Radyosu’nda çalinan enstrümanlar Ermeni yapımı, otomatikman Kürtlerle Ermeniler arasında bir bağ kuruluyor, birbirlerine karışmışlar. Karapete Xaco gibi Ermeniler artık Ermeniceyi belki unutmuştur bile, Kürtçe anadili gibi olmuştur. Karapete Xaco’yu dinlediğim zaman bambaşka duygular yaşıyorum.

Ortaokul ve liseyi Kayseri’de okuduktan sonra Malatya’da İnönü Üniversitesi’nde matematik bölümüne girmişsiniz ama o da sadece iki yıl sürmüş. Ardından Almanya’ya göç...

Üniversite sınavlarına girdim ve matematiği seçtim, gitmek istediğim şehirler başka şehirlerdi ama puanlarımız Malatya’ya yetti. Malatya dönemleri de çok zor dönemlerdi. ‘92, ‘93 zor zamanlardı üniversitelerde. O dönem kavgalar oluyordu, bir kişi öldü benim zamanımda. Çarşıda dolaştığımız zaman kim bize saldıracak diye bir korku vardı içimizde. Baktım bu şekilde devam edemeyecek, istemeseniz de bir şekilde olaylarla karşılaşıyorsunuz... Annemin de baskısı vardı üzerimde, beni sürekli çekmek istiyordu. Üniversite okumaya başladığımda annem gezmek için Almanya’ya gitmişti, orada yaşayan kardeşi vardı. Sürekli basında olayları takip ettiğinden korkuyordu, tedirgindi. Ben de zaten gözaltına alınmıştım. En sonunda baktık bu iş böyle olmuyor, okuldan uzaklaştırıldım, asker kaçağı durumuna düştüm, ne yapalım dedik... Ya biz birilerini öldüreceğiz, ya birileri bizi öldürecek, böyle bir dönemde en doğrusunu yaptık. Annemin, ardından benim Almanya’ya gitmemle bütün aile yavaş yavaş oraya çekildi. Annem önce çocuklarını topluyor Kayseri’ye götürüyor, olaylardan korumak için, sonra bakıyor Kayseri’de de rahat yok... Ana Tanrıçalar var ya, onlar gibi. (gülüyor) Kardeşi de istemiyordu Almanya’da, “Bunlar gelmesin” diyordu. (gülüyor) Annem gerçekten de Ana Tanrıça gibidir, istediklerini hep yapmıştır hayatta. Onun çabası olmasaydı aileden birileri şimdi yaşamıyor olurdu.

Anneniz Almanya’da hâlâ değil mi? Sizin buraya gelişinize nasıl bakıyor?

Buraya gelip konserler veriyorum ya, “Ben topladım sizi buraya getirdim, ne gidiyorsunuz oralara” diyor. (gülüyor)

Dağ köyündeki hayatınızda radyo dışında müzikle ilişkiniz nasıldı?

Bizde nedense müzikle ilişki bütün ailede yoğun bir şekilde vardı. Bütün Alevilerde olduğu gibi... Onlardan gelmiş bir ritüel var, müzik keyif ve raks için değildir. Bizde keyif ve raks, davul ve zurnayla yapılır. Eğlence müziğiyle diğer müzik ayrıdır. Bizde sazın üç telli olması gerekir, buna tembur deriz. Bununla hiçbir zaman oyun havası çalınmaz. Kutsal bir sazdır, onunla sadece beyitler çalınır, sema yapılır. Kutsanmış bir sazdır, o enstrüman çalındığı zaman bizim tüylerimiz diken diken oluyordu, tanrısal bir şeydi. Küçükken bir ensrüman çaldığımızı hatırlamıyorum, sanki o bir gelenek olarak hep yaptığımız bir şeydi. Ne zaman sazı eline aldın dediklerinde aklıma sadece bir ablamın bana, böyle çalacaksın diye gösterdiği bir an geliyor. (gülüyor) Bir aile içinde bir kızdan öğreniyorsunuz saz çalmayı, bu da çok güzel bir şey. Çok küçük olduğum için elime vermiyorlardı kırmayayım diye.

Yaramaz mıydınız?

Gerçek yaramazdım. (gülüyor) Ama siz mi bana vermiyorsunuz diyerek kendi sazımı kendim yapmaya başladım. Tahtayı alıyordum elime, üzerine de, küçük lastikler olur ya, onları takıyordum, öyle tık tık tık bir şeyler çalıyordum. (gülüyor) Böyle bir yanı da var. Bir tane abim vardı, çok devrimciydi, bir gün ona sordum, bu davuldan niye böyle çok ses çıkıyor diye. O da bana, “Mikail bunun içine bir tas bal koyuyorsun, onu da davulun içine koyunca bu ses çıkıyor.” (gülüyor) Bu da güzel bir anlatımdır, çocuğa sen bunu bilimsel olarak anlatamazsın, o tip şeyler de insanın fantazisini geliştiriyor.

Siz Alevi Zazasınız, azınlık içinde azınlık... Bir de tabii Dersimlilik var. Adı bile önyargıları harekete geçiren bu özel bölgenin müziğini yapıyorsunuz.

Zazalarla Kürtler akraba iki halk, Zazalar da Alevi ve Sünni olarak ayrılır. Dışarıdan bize Zaza derler, bizler kendimizi içeriden Kırmanc ya da Dersimliler olarak tanımlarız. Dersimliler çok ilginç bir kavim yaratmışlar. Bunun tabii sosyal, tarihsel, kültürel bir önemi var. O coğrafya Arap ve İslam egemenliğinde kalmış, çok dağlıktır. Ben o coğrafyaya girdiğim zaman üzerime başka bir ruh çöküyor. 1300 yıldır bu coğrafyada Selçuklu Arap hükümdarlığı, İslam, Fars egemenlikleri hüküm sürmüş. Hükümetlerle sorunu olan Hıristiyan, Musevi, Yahudi, Ermeni, Yezidi birçok insanın gittiği uğrak yeridir Dersim. Ermeniler soykırıma uğradıkları zaman, üç bin, dört bin kişilik gruplar şeklinde soluğu Dersim’de almışlar. Her kim böyle bir zulüm görüyorsa, gitmiş oraya yerleşmiş. Orada öyle bir toplum oluşmuş. Bizim bildiğimiz en azından 1300 yıllık bir tarih sözkonusu. Çesit çesit aşiretler gelmiş oraya. Ve bu aşiretler her ne kadar kendilerini Dersimli saysalar da aslında ırk olarak ya Süryanidir, ya Ermenidir, ya Kürttür, Türkmendir... Ortak paydaları İslamdan çektikleridir. Zaman içerisinde Dersim binbir çesit ırkın yeri olmuş. Bir köye gidin tipler değişiyor, gelenek değişiyor. Fakat kendi aralarında doğal bir yönetim seçmişler. Alevilik inancına göre diyelim Hıristiyanlarla, diğerleriyle farklı bağlar geliştirmişler. Farklı dinlerden insanlar da doğal kültür içinde bir şekilde yanyana yaşamışlar. Bunu bir de hükümet biçiminde korumuşlar. Aralarında bir sorun olduğu zaman cemaat topluyorlar. Devletleri yok ama zaman içerisinde bir sivil inisiyatif kurulmuş. Bu inisiyatif karar veriyor. Tamam cezaevi yok ama biri kötü bir şey yaptığında aforoz ediliyor. 1300 yıldan beri böyle süregelen bir yönetim. Doğal olarak Osmanlı döneminde de kendi bağımsızlığını korumuş, devlet de fazla ilgi göstermemiş, burayı fethedelim diye düşünmemiş. Dönem dönem gitmek istemişler ama bakmışlar olmuyor, elçiler göndermişler gelin konuşalım diye.

1938 olayına kadar...

Şeyh Sait olayı. Hükümetin tektipleştirme politikası çerçevesinde öyle bir isyan olmuş. Kurcaladığınız zaman burada çok daha farklı şeylerle karşılaşabiliyorsunuz. Doğal olarak kendi çevremizde Sünni Zaza gibi topluluklar da vardı. Kürdi kavimler içinde de biz kendimizi çok farklı bir yerde hissediyorduk. Bunlar milliyetçi olduklarından dolayı kendilerini çok beğeniyorlar diye bir inanış vardır ama onların kendilerini farklı hissetmesinin tarihi kökenleri, farklı sebepleri vardır.

Almanya’dan önce de müzikal çalışmalarınız olmuş bazı gruplarla. Onlarla politik açıdan anlaşabiliyor muydunuz?

Profesyonel, yarı profesyonel gruplarla çalışmaya başlamıştık İstanbul’da, Grup Munzur, Grup Tohum... Fakat bu guruplarla başladığımda ; ben kendi anadilimle müzik yapmak istediğimi söylüyordum. Aramızda ideolojik ve politik tartışmalar çok oluyordu, onlar propaganda yapmak istiyordu. Tabii bu propagandanın da Türkçe yapılması lazımdı insanların anlaması için. Ben de, “Ama bizim dilimiz yokoluyor” diyordum, bilinçli bir şekilde değil ama içgüdüsel olarak şarkılar söylemek istiyor ve yazıyordum. On sekiz yaşımda ilk klamımı yazdım. Kayseri’de gelmeden köyde yaşadığımız kötü olaylarla ilgili bir klamdı.

O parça “Dağların Anahtarı” ve “Maya”da yok herhalde...

Yok, o Grup Munzur’un ilk albümlerinde. “Dayika Ma”, melodisi böyle... (mırıldanıyor) Bunları yazdığımda topluluk içinde hararetli tartışmalar oluyordu. O dönem o insanlarla belki kapışıyordum ama sonra o kapışmaların kendi yolumu çizmemde bana büyük yararı oldu. Çatışmalar insanın kendini oluşturmasında çok etkili oluyor. Onlarla çatıştıkça kendimi kurdum. O arkadaşları gördüğümde diyorum, “O zaman kavga ediyorduk ama iyi ki vardınız.”

Yurtdışına çıkmanın özgürleştirici bir yanı oldu mu müziğinizin gelişiminde?

Tabii, bir taraftan öyle çünkü gerek ailemizin, gerek feodal ve Zaza çevremizin, siyasal çevremizin üzerimizdeki etkisi geri plana çekiliyor. Ve siz birdenbire kendinizi bir dağ başında, bir mağarada yalnız buluyorsunuz. Öyle bir şey... Bunu bilmiyorsunuz, şunu bilmiyorsunuz, kapalı bir mekândasınız. Yavaş yavaş oluşturmaya başladım müziğimi. Ben dedim kendi anadilimde kendi ülkemde yapamadığım şeyi burada yapabilirim. İlk olarak Zazaca albüm yapma düşüncesi başladı. İçimde bir açlık vardı, bunu doyurmam lazım dedim. Fakat bir taraftan da o dönem için net değildi, müzik akademisinde okuyabilir miyim diye düşünüyordum, çok zordu. Bir yandan Almanca öğreniyordum, evde çok yoğun çalışıyordum, bir taraftan da matematik eğitimine devam ediyordum. Bir süre sonra dili öğrendikten sonra gitarımı aldım konservatuara gittim. Çat pat Almancamızla derse giriyoruz, hoca Almanca konuşuyor, yoğun teori anlatıyor, ben içimden “Hocam çal!” diyorum... (gülüyor) Buradaki motivasyonum konservatuar okumak değildi, o müziği anlamaktı. Batı müziğine karşı korkunç bir ilgim var, armoniyi seviyorum. 16-17 yaşinda Zülfü Livaneli’ni dinliyorum ve diyorum ki bu melodilerin altındaki armoni nasıl yapılıyor. Bunun için piyanoyu öğrenmek lazım. Doğuda melodik müzik var, Batıda armonik... Bunlar iki ayrı dünya. O andan itibaren armoni olayını anlamaya başladım ve yavaş yavaş matematikten koptum. Çünkü müzik hayatımda daha çok önem kazandı. Matematiği bitirsem de öğretmenlik yapmam, en iyisi gidip müzikle uğraşayım, konservatuar sınavına gireyim. Gittiğim üniversitedeki hocalar bana yardımcı oldular, benim Almanya’da eğitim alabilecek kapasitemin olduğunu söylüyorlardı. Dört beş yıl boyunca Almanca çalıştım, klasik gitar çalıştım. Batı enstrümanı çalacaksınız, iki tane Batı enstrümanı çalmanız lazım, Doğu enstrümanı kabul etmiyorlar. Orada konservatuara gitmek çok zor bir şey. Sonuçta yavaş yavaş olgunlaştım, ilk Zazaca albümümü de o aralar gerçekleştirdim.

“Agerayîs” dönüş demek. Sizin için hayati anlamı olan bir sözcük.

Bizde sürgün Garp demektir, Batı. Bizim anadilimizde sürgüne giden insana Garba gitmiş derler. Garp ya da Garbistan... Gariplik de oradan geliyor. Sonra araştırdım, inceledim, neden bizde sürgün Batı anlamına geliyor diye. Bizde hiçbir sürgün Doğu’ya gitmemiş. Biz de hep Batı’ya doğru gittik. Ben de dönüşü Almanya’da yaptım. Hep döneceğiz döneceğiz, ama tabii bu ruhsal bir dönüştü. Bedensel bir kopuş var ama ruhsal olarak artık ailemin, politik ve siyasal çevremin bana dayattığı kimlikle varolmak istemiyordum. Kulağıma sesimi verdim. “İnsan hep kendi doğusunu özler, esmer yanını yine de gizler” diye bir söz yazdım. Esmer yanı nedir, insanın doğallığıdır. İnsan hep kendi doğusunu özler derken, insan kendi doğusunu, doğasını ve doğrusunu özler. Ama insan nedense yine de kendi doğasına mesafeli duruyor, onun için “esmer yanını gizler” diyorum. Bir şekilde hepimiz Doğuluyuz ama herkes kendi doğusunu aşağılar dikkat edin. Avrupa Türkleri aşağılar, Yunan Türkü aşağılar, Türk Kürdü aşağılar, Kürt Arabı aşağılar, Arap Hintliyi aşağılar... İnsan hep kendi doğusunu özlüyor, çünkü hepimizin çıkışı Orient. Primitif diyorlar ya, hepimizin çıkış noktası odur, hepimiz birdenbire apartmanlarda oturmadık, bu dağlardan geliyoruz. İnsan bu yanını özlüyor ama çagımızda sürekli kendi doğasıyla mücadele içinde. Ona da erişemiyor. Almanya’da dedim ki aile çevresinin, politik ve siyasal çevrenin benim üzerimdeki bu manipülasyonu dursun... Tamam Aleviyim ama orada kalsın, tamam solcuyum ama orada kalsın, tamam Kürdüm ama orada kalsın. Ben kendim birey olarak neyim, ne hissediyorum.

Topraktan gelen kültürü kendi bireyliğinize yansıtmışsınız, geçmişten gelen sözlü birikimi alıp bilincinize eklemişsiniz. Şarkı sözlerinize, beste ve düzenlemelerinize bakıyoruz, 34 yaşında dede gibisiniz...

Biraz önceki olayla bağ kurarak buraya geleceğim. Hz. Muhammed ilk olarak dağda vahiyleri aldığı zaman eve geliyor ve eşine, “Beni ört” diyor. Eşi sürekli onu örtüyor, ama o halen üşüyor. Neden üşüyor, yeni bir fikri ilan edecek, anlatmaya başlayacak, artık kendi yolunu bulmuştur. Ben de kendimi Almanya’da keşfettim, üzerimdeki manipülasyondan koptum ve ben buyum dedim. Özgürleştim yani. Ben de anneme sürekli duş almak istiyorum diyordum. Üzerimde bana ait olmayan birçok şey var ve bunlardan arınmak istiyorum. Arındığımda kendi doğama döndüm. Bizi hep kendi doğamızdan kopararak Batı’ya sürgün ediyorlar. Burada unutturulmak isteniyor. Bütün manipülasyonların manası budur: Unutturmak. Size sürekli unutturuyorlar. Kayseri’ye geliyorsunuz, Dersim’i unut diyorlar, Almanya’ya geliyorsunuz Kayseri’yi unut... Gittiğiniz her yerde size farklı bir kimlik dayatılıyor. Sen geçmişini unut diyorlar, bu para etmiyor, çünkü olay paradır. Para etmiyor bu işler, unut artık diyorlar. Bu tepkisellik içinde müziğim sürekli geçmişi hatırlatıyor, geldiği yeri hatırlatıyor. Onlar ısrarla unutturmaya çalıştıkça biz hatırlıyoruz, hatırlatıyoruz... Müzik önemli bir hatırlatma aracıdır, bir melodiyle pek çok şeyi hatırlayabilirsiniz. Bu bilinçli çabamız, hatırlatmak isteyişimiz bizde biraz daha erken kamilleşmeyi sağladı diyebilirim. Benim küçüklükten beri olgun insanlara karşı da ayrı bir ilgim var.

“Dağların Anahtarı” albümünün kapağında da bunu görüyoruz, amcanızın fotoğrafı da yer alıyor albüm kitapçığında. Dengbejlerle ilişkileriniz nasıldı?

Kayseri’ye geldiğimde, gençlik dönemimde break dans yapıyordum. (gülüyor) Fakat dayımın oğluyla kapalı bir mekân içine girdiğimizde, diyelim içiyoruz, muhabbet ediyoruz... O zamanlar yanımızda getirdiğimiz ya da çevremizden bulduğumuz kırık dökük Zazaca, Kürtçe bantlar olurdu. Çok duygusallaştığımızda sürekli bunları dinler ve ağlardık. Düşünün dışarıda break dans yapan biri içeride Zazaca müzik dinleyip ağlıyor. (gülüyor) İki ayrı dünya yanyana duruyorlar yani. Orada kendinizsiniz, tamam onlar sonradan gelen kültürlerdir ama onlara da kapalı değilsiniz. Özeniyorsunuz, ilgi alaka var. Bizim hep bir bağımız vardı eski kayıtlarla. Hatta 18 yaşımda Zülfü Livaneli’yle tanıştığımda o bana, “Sen bu Kayseri’den nereden çıktın?” diye sordu, “Abi ben Dersimliyim, sizin müziğinizi çok seviyorum” dedim. Ona müziğimi Kürtçe yapmak istediğimi söyledim, bana yedi tane telefon numarası verdi. (gülüyor) Halen Türkçe kendimi çok iyi ifade edemiyorum. Sürgün, dil konusunda parçalanmıştır. Sürgün yaşamı ve çokdillilik şuna benzer; sağanak yağışlı bir havadır, parçalı bulutludur, her tarafta bulutlar vardır ama gök bir türlü kazasını belasını yağdıramaz. Bir türlü yağdıramaz...

“Bedenim Batı’ya gittikçe ruhum Doğu’ya gitti” diye yazmışsınız. Bir yandan da iki tarafı birleştirerek müzik yapmanın yolunu bulmuşsunuz. “Maya” albümünün son parçası “Connections”, Gerhard Fischer-Münster ile birlikte yazdığınız senfonik bir eser.

Ben aslında Doğu’yu da Batı’yı da insanlık değerlerinin parçaları olarak görüyorum. Yoğunlaştığım bağlamda Batılıları şöyle çözümlüyorum; diyorum ki Batılılar kainatı çok merak etmişler, sürekli yolculuk yapmışlar, aya, diğer gezegenlere gitmişler, Amerika’yı keşfetmişler. Ne var ne yok hepsini bulalım ve kontrolümüz altına alalım diye. Öyle meraklı bir toplum ki sürekli inceliyor, araştırıyor, keşfediyor. Ama o arada, o kadar dışarıda olurken kendi iç huzurunu unutmuş. Sürekli dışarıdadır, dışarıda kazanan, içinde kaybedendir Batılı. Şimdi Doğu toplumuna gelelim, Doğu toplumu da kendi dağlarında, fazla dışarıya merak salmamıştır, bana kimse karışmasın, ben buradan memnunum, bana dokunmayan yılan bin yaşasın... Bunlar da dışarıda kaybedip içeride kazananlardır. Doğu’da içe doğru yolculuk, kainatla farklı bir bağ var, daha huzurludur Doğulu. İki toplumun birbirine ihtiyaci var daha bütünlüklü bir degere ulasmalari icin.

“Connections”ı PCK Senfoni Orkestrası’yla yorumladınız. Alman dinleyicilerin tepkisi nasıldı?

Ben konservatuarda okurken etnik müzik geceleri oluyordu. Ben bizim temburla çıkıyordum, yanıma da bir Alman basçı alıyordum, onunla müzik yapıyordum. Konservatuarda, akademik ortamlarda bana tuhaf bakıyorlardı, bu ne yapmaya çalisiyor diye soruyorlardı. Onlara göre müzik Bach’la başlamıştır. Müzik Schubert’tir, Beethoven’dir, Mozart’tır... Onun ötesinde dünyada yapılan Doğu müziği hiç müzik değil....Ama yavaş yavaş bu konuda düşünceler değişti. Alman toplumu diğer Avrupa toplumlarına göre daha içine kapalıdır. Dışarıya, Doğuluların müziğine de çok kapalıdır. Fransızlar öyle değil örnegin. Almanlara gidip, “Bizim böyle klamlarımız var, onlardan orkestrasyon yapmak istiyorum ama bunun için size ihtiyacım var” dedim. “Olur, neden olmasın” dediler. Sonradan Bach’ın, Beethoven’in eserleri yanında bizim Alman arkadaşla yaptığımız esere yer verildi, aynı salonda seslendirildi. Diyelim oraya yedi yüz, sekiz yüz Alman gelmiş, Bach çalıyor falan, ardından adamın biri çıkıyor değişik bir şey yapmaya çalışıyor. O mekâna bizi kabul etmeleri bile çok zor bir şey kültürel olarak. Çok kapalı bir toplum çünkü, biz bunu biraz yırttık. Müzik soyut bir alan olduğu için çok daha birleştiricidir, daha üst düzey bir birleşme söz konusudur, ruhların birleşmesidir o. Başlangıçta tuhaf karşılıyorlar ama siz bunun karşısında durduğunuz, acaba bunu onlara nasıl anlatabilirim diye bir kaygı duyduğunuz zaman başarıyorsunuz.

“Dağların Anahtarı”ndaki kapak fotoğrafını Almanya’da bulmuşsunuz. Sürgünler kültürlerini de taşıyor, izlerin tamamen silinmesi olanaksız. Bu fotoğraf bütün yaşananların simgeleşmiş yüzü.

Dağların anahtarı bir kelimedir ama bütün kayıpları anlatacak tek kelimedir. Bütün kaybedilenleri tasavvur edebiliyorsunuz o kelimeyle. Ben hep o kaybedilen dağın anahtarını ararken onun kapağını da aradım. Düşünüyordum hep, sonra bir aileyi ziyaret ettiğimde eski resimlere bakıyordum. Ben eski resimlere meraklıyımdır, sorarım hep dedelerinin resimleri var mı diye. Getirdiler, bakarken bu resme rastladım. Artık kâğıt o kadar çürümüş ki bez gibi olmuş, gördüğümde hemen tamam dedim, işte ben bunu arıyordum. Götürüp taradım. Şu elele tutuşlarına, şu sevgiye bak diyordum her baktığımda. Bir şeyleri yok, yoksullar ama şu sevgiye bak... Sanki anahtar onların elllerinin içinde, anahtarı onların elinden nasıl alabilirim diye düşündüm, gözüm orada kaldı. Ama anahtarı buldum. Gördüğümde bu kapağı daha önce görmüştüm dedim. Hatırladım yani. Bu kapağı gördüğümde, insan sadece geçmişini değil geleceğini de hatırlıyormuş dedim. Sanki o ânı daha önce görmüştüm. Öyle bir şey hatırladım.

Şarkı sözlerinizi incelediğimizde tek tek şiirler değil de uzun bir destanın parçalarını yazdığınız hissediliyor. Nasıl yazıyorsunuz, size anlatılmış hikâyeleri hatırlayarak mı?

İnsan aslında yeniden yaratmıyor, her şeyi hatırlıyor. Bizim doğamızda var, biz bunu sadece keşfedebiliyoruz. Bazıları daha çok yoğunlaşıyor ve bizden daha iyi hatırlıyorlar. Onların hatırladıklarını duyduğumuzda biz neden hatırlamıyoruz diye soruyoruz. Bu formlar eskiden de kullanılmış. Günümüzün şarkı formu beni çok sıkıyor. Bir parça dört dakika sürsün, altı dakika sürsün... Bu sınırlar içinde çok zor hareket ediyorum. Aslında kafamda daha geniş parçalar var, lakin insan yavaş yavaş olsun, birdenbire olmasın diye de düşünüyor. Şu an bazı kompozisyonlarım var, tembur üzerine yarım saat sürüyor. Birbirine bağlı hikâyelerdir. Yorumumu serbest bırakıyorum, bakıyorum, böyle çıkıyor. Bu noktada kendimi özellikle türkü, klam formatlarına bağlamıyorum. İçimde ne varsa bırakıyorum. Geçen gün Kürt Müziği Konferansına katıldım ve “Mitoloji Bağlamında Kürt Müziği” diye bir tema işledim. Bu temayla çok yoğun bir araştırma aktarmadım ama şunu söylemek istedim; bir müzik yapma eylemi vardır, bir de neden müzik yaptığınız sorulur. Müziğin arifesinde, öncesinde varolan düşünce üzerinde durdum. O düşünce de, kişi o andaki duygularını, ruh halini araştırıp incelediğinde ortaya çikar. İnsan biraz da yaşadıklarını müziğe aktarıyor. Müzikten çok müzikten önce yaşadıklarım önemlidir. Onları ne kadar yoğun biçimde yaşamışsam müziğimde o çıkar. Demek istediğim, müziğin arifesi önemlidir. Tevrat’ta, daha hiçbir şey yokken, daha yaradılışın kurgusu yapılırken, bir ton olduğu söylenir. Kurgudan önce ton varmış... Her düşüncenin, her fikrin, her paradigmanın önünde bir müzik vardır. Yaptığım albümler iki üç yıl içinde yaşadığım, hissettiğim şeylerle uğraşmıştır. O an ben fikir olarak neye yoğunlaşmışsam müziğim de onunla uğraşır.

Oturmuş bir grubunuz var artık, Alman ve Türklerden oluşuyor... Alman yorumcular sizi, müziğinizi tam olarak anlıyor mu?

Evet, bu fikirlerimden, düşüncelerimden dolayı benimle müzik yapan insanların bu fikirlere yakın olması lazım. Fikir belirleyicidir, müzik sonra gelir. Onun için ben sahnede birinin yanına oturduğumda, cemaline baktığımda o enerjiyi almalıyım. Yoksa o enerjiyi alamadığım biriyle, çok iyi müzisyen olduğu için müzik yapmam. Gruptaki Almanlar da ’68 kuşağından. Biraz bizim kopuşumuzu, yaşadıklarımızı biliyorlar, modern dünyaya teslim olmamış, Doğu’ya karşı korkunç ilgileri olan insanlar, doğaçlama geleneğinden geliyorlar. Yüz tane Alman yanımıza gelmiştir ama ikisi kalmıştır, zaman içinde tanıyarak oluşturuyorsunuz grubu, bu çok önemli. Gruptan biri olmadığında kendimi eksik hissediyorum sahnede, sanki bir damarım eksik gibi... O kadar oturmuş grup, birinin yerini başkasıyla doldurmak da zor.

Birlikte doğaçlamalar yaptığınızı duyduk, onları kaydetmeyi düşünüyor musunuz?

Yapmak istediğimiz müziğin mekânları halen bulunamadı. Bu müziğin kendi içinde çok daha mistik bir havası, sükûneti var. Bu müziği sahnelemek için mekânların çok iyi olması lazım, akustiği çok iyi olmalı. Mart ayında bir program yapacağız ve orada kendi müziğimizi çalacağız, uzun doğaçlama pasajlar içeren parçalar yorumlayacağız. Çok geniş bir şey, bunu daha çok ev içerisinde yapıyoruz, sahneye taşımak zaman alıyor. Yavaş yavaş böyle mekânlar kurulacak, daha dar ortamlar, mistik ve huzurlu...

Yıllar sonra Türkiye’de ilk kez turneye çıktınız; Elazığ, Diyarbakır, Erzincan, İstanbul, İzmir ve Ankara... Nasıl geçti konserler?

Bizim müziğimiz daha çok içe yönelik, mistik bir müzik. Kendi içerisinde çok güçlenmiş bir müzik, her şeyin yeri bellidir. Doğal olarak insanlar konserlerimize geldiğinde içlerine yönelirler. Konserlerimizin dikkatle dinlenmesi gerekir. Bunu da biz zaten oturtmuşuz, dinleyicilerimiz neyle karşılaşacaklarını bilirler. Elazığ’daki konsere iki bin beş yüz, üç bin kişi gelmiş. Bizim açımızdan en önemli şey şu, ben on iki yıl uzakta yaşamak zorunda kalmışım, bir sürü klam üretiyorsunuz, “Acaba ben bu klamları yapıyorum ama nereye gidiyor? Ben kendimi anlatıyorum ama bu kime çarpiyor?” diyorsunuz. Taş atıyorum kuyuya, kulağımı veriyorum ama ses gelmiyor. Nereye çarpıyor ki, dibi yok... Türkiye’deki konserlerin böyle bir anlamı var, attığım taştan ses geldiğini duydum. İlginçtir bir sürü yaşlı insan gördüm konserlerde, 70-80 yaşında insanlar. Konserden önce sordum nasıl insanlar gelmiş diye. “Bir sürü genç var ama bir sürü yaşlı da var” dediler. Yaşlıları bana yakın, orta yere oturtun, gençleri çevrelerine yerleştirin dedim. Çok ilginçtir, 8 yaşındaki bir çocuk, 80 yaşındaki bir dede aynı ilgiyle dinledi. Bazen gitarla caz doğaçlamaları yapıyoruz, onu da aynı ilgi alakayla dinliyorlar. Burada fark ettim ki biz müzikte kuşak farkını öldürmüşüz. Her müziğin bir kuşağı vardır ya, bizimkinde öyle bir şey yok. İnsanlar resim çektirmeye geldiklerinde tir tir titriyorlar, resmi çeken de titriyor.

12 yıllık giriş yasağının nedeni nedir?

Gelemiyordum çünkü yurtdışına çıktktan sonra hakkımda tutuklama kararı çıkmış, bir şey yaptığımdan değil ama... Benden sonra bir sürü tutuklamalar olmuş, sonra iptal edilmiş Malatya DGM Savcılığı hakkımda tutuklama kararı çıkarmış, bu yüzden pasaport vermiyorlardı. “Bana pasaportu verin, gidip yargılanayım” diyordum ama o zaman da şöyle yanıt veriyorlardı: “Birinin hakkında soruşturma kararı varsa, onun hakkında işlem yapılamaz.” Dolayısıyla yargılanamıyordum. (gülüyor) O zaman ben ne yapacağım? Sağolsun Hasan Saltık’ın çok yardımı oldu, avukatlar tuttu, sürekli Malatya’ya gidip geliyorlardı. Malatya Savcılığı, Tunceli Savcılığı, şu savcılık bu savcılık... Derken en sonunda dava düştü. Benim hakkımdaki suçlamanın asılsız olduğu ortaya çıktı. Ağustos ayında bir giriş çıkış yaptım. Bu ikinci girişim.

Avrupa’da Aynur’la birlikte “Sound of Thembur” adlı bir konserler dizisi gerçekleştirdiniz. Nasıl geçti o konserler? Neden tembur diyorsunuz, bu da bağlama değil mi?

Tembur saz demek, saz ise Türkçede enstrüman... Bağlama Türkçe’de verilen isim, tembur ise Kürtçe ve Farsça’da verilen isimdir. Dersimliler tembur diyorlar, İranlılar, Afganlar da öyle. Türk sanat müziğinde kullanılan tanburla alakası yok. Tembur denince daha çok bizim çalış biçimimiz, eski dedelerimizin sazları anlaşılabilir. Bağlama denince daha çok modern bir enstrüman akla gelir. Aynur’la zaten uzun süredir görüşüyoruz, onun “Pervane”, “Aşkın Şarabı”, “Şire” gibi birkaç parçasına düzenleme yaptım, sesini çok seviyorum. O bölgenin duygusal, ruhsal durumunu bildiği için Aynur da Dersim parçalarını benimle çalışmak istedi. Doğal olarak böyle bir çalışma doğdu. Bizim coğrafyanın, bu eski müziğin anlatılabileceği bir konser dizisi yaptık. 13 konser verdik, tamamen eski müziklerden oluşmuyordu repertuar, yeni albümlerden parçalar da vardı ama daha çok geçmişteki klamları söyledik. 13 konseri yaklaşik 10 bin insan izledi. Avrupa’da keyif ve raks müziği var, eğlence sektörü, bar müziği var ama normal konser kültürü yerleşmemiş, salonları ayarlamak bayağı yordu bizi. Dördüncü, beşinci konserden sonra iyice oturdu. İnsanlar müziğin ruhuna yaraşır şekilde, saygıyla dinliyorlardı. Sonradan konser verecek sanatçılara da güzel bir alternatif sunacak bu çalışma. Çünkü iyi müzik yapacak insanlar var ama bunun mekânını bulamıyorlar. Bir gelenek yaratmak istedik, bu ortamlar böyle olsun... Telefon çaldığı zaman ben hemen sazımı alıp dışarı çıkıyorum, bu ortamı da kurmamız lazım. Dersim müziğini, bu mistik kültürü hatırlatmak istedik ve amacımıza da ulaştık. İki üç ay boyunca Hollanda, Almanya, Fransa, İngiltere, çok yer dolaştık. Konserler etkili oldu; Alevi müziği, Kürt müziği, Zaza müziği, Dersim müziği daha çok konuşulmaya başladı.

Konserde telefon çalmasi gibi olayları sık yaşiyor musunuz?

Oluyor tabii. Erzincan’da bir konser yapıyoruz, bir klam söyledik. Bu aslında zikir klamıdır ama çok hareketlidir, lakin o klamda halay çekilmez. Baktım halay çekiyorlar, parçanın arasında durdum ve anlattım, “Arkadaşlar, eskiden bizim insanlarımız bunda semah ediyorlarmış ama bu dans klamı değildir, özür dilerim. Az sonra biz size halay çekebileceginiz klamlar da çalacağız” dedim. Doğal olarak bu insanlara müdahale etmek gerekiyor, ortamlar birbirine çok karıştığı için bunu yapmalıyız, zaten bizi anlayışla karşıladılar. Kötü bir şey değil ama uyarmak gerekiyor.

Sizin saksafondan Elazığ ve Tunceli yöresinde çalinan klarnet tınısı çıkardığınızı duyduk...

Konservatuarda okumaya başladığımda ikinci enstrüman olarak klarnet çalmak istiyordum. Ama klarnet çok pahalıydı, bir arkadaşımda da saksafon vardı. Biraz araştırdık, saksafon da klarnetin kardeşidir dediler, biraz kalın çıkar sesi. O enstrümanı aldım ve derslere başladım. Bir iki yıl içerisinde bayağı ilerledim. Bitirme sınavında Barok, klasik ve romantik dönemlerden çeşitli eserler çaldım, sonra kendi yaptığım bir eseri seslendirdim. Basçı bir arkadaşım bana eşlik etti. O parçanın üzerine on dakikalık bir doğaçlama yaptım. Sınav yapan hoca beni alkışladı ve en yüksek puanı verdi. Ben bütün sınavı kaydetmiştim, hoca neden kayıt yaptığımı sordu. Ona şöyle cevap verdim: “Hocam, ben bir daha bu müzikle uğraşmayacağım. Dört-beş yılımı vermişim, bari bu ânı kaydedeyim de ileride yaşlanınca, zamanında ben bunları çalmışım hiç yakışıyor mu bana derim.” (gülüyor) Hoca, o güne kadar yaptığı işi kaydeden ögrenci görmediğini söyledi, “Demek sen bu kadar yaptığın işe mana veriyorsun” diyerek beni kutladı.

Hep geçmiş kültüre yoğunlaşarak çalışıyorsunuz, kendinize dair yazdığınız sözler de olacak mı ileride?

İlk albümde var.

Onda çeviri olmadığı için biz anlayamadık...

Orada sözleri ve müzikleri bana ait olan parçalar hep kendime yönelik.

Artık Dersim yöresinde derleme yapma fırsatınız da olacak. Bu gelişinizde dedeleri ziyaret ettiniz mi?

Konserlerden sonra Dersim’e ve Ovacık’a gittim. Firik Dede’den kayıtlar yaptım, 100 yaşındadır, isterseniz onun bir şiirini okuyayım size. (okuyor) “Ben bir hazineydim, keşfedilmek istedim” diyor, hazine nedir, bir sırdır, keşfedilmesi gereken bir şeydir. Onu da aramak gerekir. Doğru düşünce, doğru fikir sürekli esaret altındadır, insanın doğası esaret altındadır. İnsanın gerçek duygusu ve doğası toplumlar, siyasetler, politikacılar, devletler, hükümetler tarafından sürekli esaret altına alınınca hakikat gizlenir. Kendisini sözlü olarak anlatamadığı için sürekli saklar saklar ve sır denilen şey böyle çikar. Sır, kendini gizlemek zorunda kalan gerçek bir hatıradır. Bu benim fikrimdir. Herkes hakikati, sırrı, gerçeği, doğayı arıyor, kendi doğasını arıyor. Hazine çekilmiş, Ovacık’ta yaşlı bir adamdır, bir evde oturmuştur ve titriyordur. Bu insanlar bizim içimizdedir. Alın size hazine, sır... Eğer keşfetmek istiyorsanız, onlar bizim içimizde yaşıyorlar. Onu aramamız lazım. Her şeyin bir manası vardır, yaşam nasıl olursa olsun, bunu pozitif bir enerjiyle manalı hale getirebilir insan. Eğer ben yurtdışına gitmeseydim bu adamın değerini böyle anlayamazdım. Bunların hepsi birbirine bağlı şeyler. Belki burada yaşasaydım ben de bir şeylerin peşine takılıp giderdim. Oraya gittim ve farklı bir dönüşüm yaşadım.

Firik Dede, Aşik Virani’nin “Canım Efendim”ini yorumlamış. “Maya”da Aynur’la düet yapıyorsunuz... Nasıl ulaştınız ona?

Onu hiç görmemiştim ama klamlarını duymuştum. Böyle bir adam halen Ovacık’ta yaşıyor ve kimsenin haberi yok diye şaşırmıştım. Benim amacım bu hazineleri deşifre etmek ve aktüalize etmek. Ben ondan bir klam okudum diye şimdi Dersim’e giden bütün sanatçılar onu ziyaret ediyorlar. Benim bir yönüm bu, halk içinde geçmişte ve şimdi yaşayan belli değerleri açığa çıkarmak ve onları aktüelize etmek, ikinci işim de kendimi yaşamak. Benim gelecek gibi bir düşüncem de var tabii, geçmişe de saplanarak kalamayız, sonuçta bu devirde yaşıyoruz.

Gelecekte Almanya dışında bir hayat kurmayı düşünüyor musunuz?

İlerleyen yaşlarımda yavaş yavaş buralarda da mekânlarım olmasını isterim. Durumum iyi olsa Almanya dışında bir evim de İstanbul’da, bir evim Dersim’de olsun isterim, yaşamım bu üç noktada geçsin... Kayseri’yi de özlüyorum, orada da on yılım geçti, anılarım var. Ama ailemiz, çevremiz, torunlar, yeğenler Almanya’da, oradan da kopamayız artık. O an nerede yaşamayı gerektiriyorsa orada olalım, böyle bir özgürlügümüz olsun diyorum. Şu anda da buna yaklaşıyoruz yavaş yavaş, durumumuz iyidir.

Siz hiç aile kurdunuz mu?

Yok ben daha evlenmedim, ama sevdiğim oldu, gerçekten âşık olduğum da oldu. Bertolt Brecht’i Amerika’ya sürgüne gönderiyorlar, ona İngilizce öğrenmesini söylüyorlar, “Bir gün beni Almanya’ya çağırırlarsa, kendi ana dilimde çağıracaklar” diyerek çok radikal bir tavır alıyor ve sürgünde insanın duvara bir çivi dahi çakmaması gerektiğini söylediği şiiri yazıyor. Çünkü o çivi bile kalıcıdır, hiçbir şekilde kalıcı olmayacaksın, ceketini alıp çıkacaksın diyor, Brecht’in tavrı bu. Sürgün yaşamında insan sağlam karar veremiyor. Orada aşklar da, kararlar da erteleniyor, sanki buraya dönünce her şeyi yaşayacakmışsınız gibi, ama yok tabii öyle bir şey. Bağlayıcı kararlar veremiyorsunuz. Âşık olduğum halde onu yaşayamadım, aşk insanın içerisinde ölüyorsa kör kuyuya döner, mezar gibi bir şey olur. Aşkı öldürmek kolay mı...

Sizi heyecanlandıran, birlikte çalismak istediğiniz müzisyenler kimler?

Arada bazı grupları dinlediğimde bir yerde bir şey beni durduruyor ama keşke daha derinlemesine uğraşsalardı diyorum. Bunu da şuna bağlıyorum, çok iyi müzisyenler var, lakin piyasa müziğine kayıyorlar. Bu da firmaların inisiyatifinde tabii ama hayattan beklediğiniz maddi şeylerse buna yeniliyorsunuz. Çok inatçı davranmıyorlar. Bireysel yoğunlaşma ve bireysel kimliği müzikte ortaya koymak çok önemli. Böyle birçok müzisyen tanıyorum. Aynur var, Erkan abinin (Oğur) çalışmaları var, Nizamettin Arıcı’nın çalışmalarını önemli buluyorum. Daha gençler içinde dans müziği, protest müzik yapanlar var ama bunlar geçici şeyler. Şartlar müzisyenlere içini dinleme fırsatı vermiyor. Varolan popüler kültür alanına girip maddesel bir şey kazanmanızı isterler ama siz sıfırdan başladığınızda doğal olarak onlar bunu anlayamazlar. Yeni bir şey çıksın diye insanın sıfırdan başlaması gerekir.

Senfonik çalışmalarınıza devam edecek misiniz?

Senfoni orkestralarında yer alan enstrümanlar üzerinde oynuyorum, örneğin onlarda var olan perküsyon aletlerini çıkarıyorum, yerlerine bizimkileri koyuyorum. Üstte de bizim tınılarımızı neyle, düdükle veriyorum. Batı müziğiyle kuracağım ilişkide alt yapıda ve üst yapıda bizim müziğimiz temel olsun, onlar bizim müziğimizi güçlendirsinler diyorum. Bach’ın, Beethoven’ın eserleri içinde de Batı halk müziği vardır küçük bir hücre olarak. Küçük halk müziği hücresini kendi müziklerinde başlangıç noktası olarak almışlardır. Biz gidip de onları taklit ettiğimiz için başarısız oluyoruz. Batı müziği yapalım, Batı enstrümanları kullanalım derken onları kendi ruhumuza entegre edelim diyorum, bunu Anadolu ruhuyla yapalım.

Kamer Söylemez’le bir dirsek temasınız var. Epeyce şarkı sözünü bestelemişsiniz.

Kamer Söylemez, Ermeni kökenli bir arkadaşımız, ama yıllardan beridir en güzel Zazaca şiiirleri o yazar. Roj TV’de de on yıldır Zazaca kültür sanat programı yapıyor. Bizim müziğimiz için çok temel bir çıkış noktası oldu, eğer o olmasaydı, müziğimiz eksik kalırdı. Modern dünyayı da anlatan çok güzel şiirler yazdı ve bu şiirler bizim müziğimizi tamamladı. Almanya’da yaşıyor, dervişane bir dünyası vardır. Yazıyor, çiziyor, araştırıyor ve bize bu konuda çok büyük bir miras hazırlıyor. Son yapacağımız çalışmada yine ondan klamlar var. Yazıyor mesela şiirlerini, okuyorsunuz ve ânında besteliyorsunuz.

Ne zaman stüdyoya gireceksiniz?

Bir albüm hazırlığı içerisindeyiz, altyapısı, düşüncesi oluştu, bir iki ay içinde stüdyoya geçeceğiz, yaz ortalarında çıkar. Kendi içinde gelişen bir müzik olacak. Ben temburla küçük doğaçlamalar yapacağım, onu saksafonla beraber çalacağız. Fazla enstrüman olmayacak, çok karakterize edilmiş bir müzik...


Söyleşi: Pelin Özer
Aralık 2006, Gümüşsuyu




27.03.2007

Benzer Konular
__________________
bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi
birçok kere yitirdim denizde kendimi
gidiyorum aramaya, suyu bilmeden
beni çürütecek, ışık yüklü ölümleri.

  Alıntı ile Cevapla
Eski 30-04-2007, 23:13   #2
Dost
HAWIN_ZEL - ait Avatar
Üyelik Tarihi: Nov 2006
Bulunduğu Yer: kimse bilmez nereli oldugunu?
Mesajlar: 1,169
Tesekkür: 0
47 mesajina 86 kez tesekkür edildi
 HAWIN_ZEL isimli üyemiz çevrimdışıdır. (Offline)
Tanımlı

okadar dedi roportaj bolumu acalim biz uyler de roportaj yapalim uyeler adminler neyse emegine saglik dost

__________________
SENI ANLAMAK YASMAKTIR
SENI YASAMAK
AMANSIZLIGA KAVGA VE POSTAL SESLERI ARASINDA
DIRENGENLIGE DURMAKTIR
SENI BILMEK YASAMI BILMEK
SILAH OMZUNDA TOPRAGA DUSMEKTIR
SENI ANLATMAK EYLULU GUNLERI GECMISE YOLAMAKTIR`



BANA MAVI ETIKETLI BIR RAKI GETIR
DIYARBAKIR’DAN BIR AVUC TOPRAK
BİTLİS’TEN BIR TUTAM TÜTÜN
AVUCLARINDAN İÇECEGİM
BIR TAS SU GETIR MUNZUR’DAN
BANA ISTANUL’DAN BIRAZ LODOS
MALATYA’DAN SARI KAYISILAR GETIR
BANA KENDINIDE GETIR MEMLEKETIMDEN
SENINLE BIRLIKTE GETIR MEMLEKETIMI
..
  Alıntı ile Cevapla
Eski 30-04-2007, 23:45   #3
Dost
cilek_22 - ait Avatar
Üyelik Tarihi: Feb 2007
Bulunduğu Yer: ev.
Mesajlar: 1,720
Tesekkür: 113
98 mesajina 198 kez tesekkür edildi
 cilek_22 isimli üyemiz çevrimdışıdır. (Offline)
Tanımlı

tsk.ler cok guzeldi okumak..

__________________
Sahiden de sürpriz olmaya başladı artık
"Bana gelişlerin"
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Tags
aslan, mikail, röportajı


Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık



Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 14:12 .
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.

Modified by HAKANDOST

eXTReMe Tracker




Valid XHTML 1.0 Transitional


Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.1