11-02-2011, 18:48 | #1 |
Onursal Dost
Üyelik Tarihi: Jan 2009
Yaş: 35
Mesajlar: 696
Tesekkür: 958
|
Kaybedenlerin Dansı
siteadi.com - Kaybedenlerin Dansı Kaybedenlerin Dansı I. Işıkları söndürdüm ve mumları yaktım. Masa mumlarla kardeş oldu. Yangınıma odun taşıyan karıncalar dolaşıyor evin içinde. Son akşam yemeği için her şey hazırdı. Kalbim son resmigeçidini sergiliyordu alkış makinesinin önünde. Aşkın silikleşmek olduğunu yeni yeni anlıyorum. Önce kelimeye saadet getirdim. Sonra, yenilgiyi kabullenme haliyle bir piç şehri ateşe vermeye başladı ihtimaller sokağında. Bütün masumiyetiyle karşımdaydı Pınar. Gözlerindeki o kimsesizlik rıhtımı Netoçka Nezvanova’ı anımsatıyordu. Yalnızlığını hep kendine saklayan o sınır tanımayan çıplak ruhuyla kalpten kalkıp gitmeye hazır bir ateşti ve insan kokusuna alışmaya çalışan bir kumru gibi yüzüme baktı. “Neyi kutluyoruz bu akşam” dedi şemsiye fabrikasında çalışan tertemiz bir kızın ıslak bir caddeye yalınayak çıkması gibi, masumiyetiyle akıyordu yedek saatlere. Kiralık bir dudağın titrek sessizliğiyle Paul Valeri’nin dilinden “Bir şiir asla bitmez, yalnızca terk edilir” Dedim. Gülümsedi. Dans etmeye başladık. Kendi arkama saklandım. Başını omzuma koydu. Dingin vadileri izledi omzumdan. Bir kadınla iki erkeği çarptım. Elde bir veda senfonisi kaldı. Kadınlarla ilgili öğrendiğim bir şey vardı. Tek bildikleri, tek yaptıkları kendilerini mutsuz edeceklerini bildikleri adamlara, hayatlara takılmak. Birkaç parça aldanış, çöküşleri için yeterli miktarda hammaddeydi onlar için. Jan Ender Can “bir kadın bir yılanın düşlerinin toplamından daha fazla ne olabilir ki…” demişti bir şiirinde. Pınar bildiğim bütün kadın tanımlamalarını çürütmüştü. Parmakları yanan güzel bir çocuk gibiydi. Bir mevsimin kız kardeşiydi. Damların üstünde bırakılan inşaat filizleri gibi gelecek güzel günlerin umudu gibi duruyordu düş evinin tepesinde. Gülşilav çiçeğiydi, üzerinde minik güller açan bir sarmaşıktı. II. Onu bir hastane odasında tanıdım. Annem hastalanınca apar topar İstanbul’dan İzmir’e gelmiştim. Aynı odada kalıyorlardı. Annemin başında beklerken, hayattan izin alan ve tanrının o izin kâğıdını son anda yırtıp attığı, ölüme yollanan mektupları okunmamış o kız, içindeki hırçın denizin kıyıya tükürdüğü hikâyesinin parçalarını topluyordu duygunun çöplüğünden. Gözlerindeki o hiçbir sokağa bakmayan buruk pencereden bir hırsız gibi serumuna karışıp damladım ruhuna. Buz gibiydi içindeki ölü kahramanlar. Bir intihardan kalan kullanışsız öykünün yarısından başlamıştım bütün yön işaretlerinin kaldırıldığı bir yolculuğa. Her şey kahverengiydi. “Hala neyi kutladığımızı söylemedin” dedi. Oscar Wilde’ den bir şiir fısıldadım kulağına. Kimisi askını gençlikte öldürür, Yasını basını almışken kimi; Biri şehvet’in elleriyle boğazlar, Birinin altındır elleri, Yumuşak kalpli bıçak kullanır Çünkü ceset soğur hemen. Başını omzumdan geri çekti. Ürkmüştü. “Neyin var senin” dedi korsan bir tedirginlikle. Annem asla bir kadına yaralarını gösterme derdi. “Bir şeyim Yok” dedim. Masada mumlarla sohbete dalan kırmızı şaraptan bir kadeh alıp “düşlerimize içelim” dedim ve çamur kadar yalnızlaştığımı hissettirmedim ona. En sevdiğim gömleğimden bir düğme düştü, müzikten duyulmadı hüznü. Gülümsedim ve onu sevmeden önce bir nesne kadar anlamsız olduğumu söyledim. Evcil dudağı aşkı kemana yatırdı. Mutlu böcekler gibiydi. Ama kalbi bir alt çizgide kalmıştı. Gece geç saatlere kadar rüya pazarında dolaşır gibi dolaştı büyünün odasında. Karıncaları hiç görmedi şömineye odun taşıyan. III. Pınar, sabah uyandığında güneşi öpüp alnına koydu. Güneş, asık suratlı bir palyaço. “Aşkım, nerdesin”. Murat’ı bulamıyordu. Kim bilir hangi sözcüğe gizlenmişti. Her yer karınca ölüsüydü. Bir de masanın altında bir gömlek düğmesi, hüznün dalından düşen. Kullanılmış ikinci el bir kederin izleri, kesici bir şeyle bırakılmıştı. Başında ağrı, havada gidişin kokusu. Bütün odalara baktı. Odalar yerindeydi. Çekil yolumdan kalbim diye haykıran bir mektup duruyordu masanın üstünde. İçinde bir vagon dolusu kelime az sonra onu ezip geçecekti. “Biz ikincil aşklar, mazgallardan ellerini yukarı uzatan zavallılarız, ellerimizi görmüyorlar” diye başlıyordu. Uykusunu kaçırdı içindeki çöl. Çadırını geçmişine kuran bir göçebe gibi hatırlamaya başladı, intiharına sebep olan o hain adamla birkaç gün önce yaptığı telefon konuşmasını. Pınar sevdiği o adamdan hamile kaldıktan sonra yüz üstü bırakılmıştı. Gidecek hiçbir yeri yoktu ve karnında bir çocukla hayattan uzaklaşmayı seçmişti. Hayaller kurduğu o adam evliydi. Ölüm çukurundan onu Murat’ın sevgisi çıkarmış ve üstelik çocuğuna baba bile olmuştu. Murat’ı seviyordu(?). Belki de minnet borçluydu. Birden içi burkuldu. Murat’ın dün geceki tuhaf davranışlarını anlamaya başladı. O telefon konuşmasını duymuştu. Adam eşinden boşanmış olduğunu, onu hala çok sevdiğini ve yeniden bir araya gelmek için her şeyi yapacağını söylemişti. Pınar, bunun artık mümkün olmadığını, kendisini nasıl yüz üstü bıraktığını unutamadığını, her şeye rağmen onu hala sevdiğini, ama Murat’ı haksızca terk edemeyeceğini ve kendisini anlamasını söylemişti. Bütün bu konuşmalar beyninden bir bıçak gibi geçerken, gözleri doldu. Mektuba geri döndü. Artık yüzü mektuptan oluşan bir kadındı. “Ben hep sonradan anlaşılmalar ustası oldum” diye bitiyordu mektup. İçinin yandığını hissetti. Ağzını bir yangın hortumuna dayadı. Murat, yarısından başladığı bu öyküden yolculuk bitmeden çıkmıştı. Şimdi her şey daha kolaydı belki de Pınar için. Sevdiği adam onu bekliyordu. Hiçbir engel kalmamıştı. IV. Adam kızını kucağına aldı. Kokladı. Elinde hatasını ısırıyordu artık yasak olmayan bir tebessümle. “Beni affet sana yaptıklarım için” Pınar uzunca bir süre sustu tabancasını arayan bir mermi gibi. Önce çocuğuna baktı sonra adama. “Peki, seni affediyorum. Ama önümde beni içine çekmek için yolumu kesen azgın denizi yüreğinin asasıyla ikiye bölüp yol açan kalbimin peygamberini kaybettim” dedi ve ardından ekledi; “Seni affetmeseydim belki sevmeye devam ederdim” Kızını yanına alıp uzaklaştı geçmişiyle karşılaştığı rıhtımdan. Kelimeler ve imgeler peşinden onu takip etti. Aşk yenilgiyi kabullenme halidir diye geçirdi içinden ve mazgaldan uzanan eli gördü. Metin Akdeniz 31 Ocak 2011 Resim: Daniel F. GERHART Metin Akdeniz |
Yandaki üye(ler) bu mesajindan dolayi Lavinia üyemize tesekkür ettiler |
19-02-2011, 02:43 | #2 |
Onursal Dost
Üyelik Tarihi: Jan 2009
Yaş: 35
Mesajlar: 696
Tesekkür: 958
|
Kaybedenlerin Dansı–2
(Kızını yanına alıp uzaklaştı Pınar geçmişiyle karşılaştığı rıhtımdan. O sökülmüş bir krallığın izinden giderken kelimeler ve imgeler peşinden onu takip etti. Aşk yenilgiyi kabullenme halidir diye geçirdi içinden ve mazgaldan uzanan eli gördü. El, yazılmış mektup kokuyordu. O yürüyeceği, biri az önce gitmiş gibi duran yolda onu bekleyen hayal listesini bulabileceği bir rüya pazarının talihsiz düşüyle bıraktı kendini bilincinin sularına. Bilinç onun geleceğini bütün düş sakinlerine duyurdu.)
Adı olmayan sokaklardan geçerken her hangi lanet bir evin penceresinden yüzünü uzatacakmışsın gibi umutla bakınıyorum ellerimin ucu yanıyor soğuktan Bu düş şöleninde bıçak sırtında gezinen bütün usta saklayıcılar, resimler, heykeller ve şehrin meydanında zamanın dilsiz sözcüsü buz gibi bakışlarıyla bir saat kulesi, hep görmezden gelinmişliğinin intikamını benden alırcasına ruhuma komşu olan o saat kulesi, el işaretleriyle susuyor; burada her şey sonradan anlaşılmalar vakti, bunun için bir odam bile var Şimdi orada ıssızlık kaçı gösterir ki; -burada-bende-saat siyah buçukken. Şimdi her şey masada bırakılmış bir mektubun krallığında eski bir kaybetme dansı; tek kişilik ama sen hiç bir yere basmadan mı gittin, yeryüzünün ayarıyla oynayan bir dinden kovulmuş yol haritacısı mısın çizgilerde hiç bir rakam olmadan hiç bir uzunluk birimi olmadan nasıl hesaplarım kaç kilometre ettiğini ihanetimin ve tamam anlıyorum her akşam cinayet haberleriyle masama oturan bir meleği takışını peşime, -ama ben onun kanatlarını kırdım sırf senin gitmek denen o iyi huylu tümörüne kâğıttan bir turnayla katkıda bulunmak için, biliyorum önemi yok, ölü bir turna… İzlerinle yaptığın gizli anlaşmada kumlar mı vardı ağzım ve yanağım çamurlaşıyor her geçen gün gözyaşının tarihinde hiç insan yok mu ki hep anı kovanına sokulmuş bir yüreğin marifetleriyle alaşağı edilmiş aşkın şiirle temizlenebileceği yalanını uyduran şairlere inanıyor herkes yalan tanrının insanlara en büyük armağanıdır -insanlar armağan almayı hep sevmiştir bu yüzden. (Pınar, Murat’ı hiç bir yerde bulamayınca adım aralarına tire-koyarak onun annesine gitti. Annesi onu yaşlı bir parantez içinde karşıladı.- ve oğlum kayıp, nerde olduğunu bilmiyorum, onu üzdün mü yoksa dedi. Pınar, ağzında bir toplumun alt kültürünü kekeledi. Cümleyi toparlayamayınca sustu. Noktalama işaretleri birbirine girdi. Annesi anladı. Hiç ünlem kullanmadan onun bir sırrını anlattı. Canı bir şeye sıkıldığında insanlardan uzaklaşır, çok kırılgandır, ama başkasını asla kırmaz dedi. Sonra Pınar’a kahvaltı hazırladı. Murat’ın kahvaltı yapmayı çok sevdiğini söyledi. Onun sevdiği her şeyi yapmak istiyorum diye düşündü Pınar. Nereye giderdi mesela üzüldüğünde? Hiçliğin kendini edebiyatın bayrağı gibi gördüğü bir tepeye. O tepeyi bulmak o kadar da kolay değil. Ama sen ruhundaki hasarın tazminat talebinin zamanaşımına uğradığı listeye bak, orası karanlıksa, eğer karanlığın dibiyse orası, bir ışık damlar merdivene taze kan gibi, -basıp çıkarken evlatlık yıldızların memleketine,- düşmemen için. Ve Pınar hızını yanına alıp çıktı oradan derin düşüncelerin ayaklarıyla; ) Belki de bir dağın acemi gerillasıdır şimdi o ilah kullanmasını bilmeyen henüz. düzenin düşmanı bir şairin koynunda özenle taşıdığı bıçaklanmış komünist adayı halkı; mısra aralarına gizlediği proleter koro. bir gün gelip onun da üstünde resmi basılı ti-şortlarını giyer belki yeterince dev olmasa da yarı asi bir gençlik ama aşk olmadan o dağların adı bile haritada kahverengidir sadece; mahsulsüz toprak gibi aşkın tozları yoksa eğer atmosferde tabakalar delinir ve herkese benzemek yandaş bir gazetenin kötü bir düzyazısının konusu olabilir ancak. Kendi yokuşumda uzunca bir yürüyüşten sonra ruhların bedenlere cirit atmayı öğrettiği bir pazarda buldum kendimi “sen dayanacak birilerini ve bir şeyleri bulmadan yaşayamazsın” der gibi baktılar yüzüme duyguların seyyar satıcıları sonsuz bir düşüşün kestirme anlatımlarını döktüler üstüme ve hayatında hiçbir dil öğrenememiş tembel bir göğe kalçalarını açıp-erkeklerin cinsel oyuncağı olan Emma Bovary’nin hayaletiyle karşılaştıktan sonra, benimle ne ilgisi var ki, birbirlerine rüyalarını anlatan yaralıların çikolatadan yapılmış evlerine sığındım onlara içimin rengini sürdüm benimle dost oldular unutulmak dört tarafı kumdan sözcüklerle çevrili bir yara parçasıdır diyerek beni de aralarına alıp alnımdan öptüler. alnım bayram yeri gibi oldu. Metin Akdeniz 03 Şubat 2011
__________________
heyhat..! yaşıyoruz. |
Yandaki üye(ler) bu mesajindan dolayi Lavinia üyemize tesekkür ettiler |
Tags |
dansı, kaybedenlerin |
|
|