03-01-2008, 20:45 | #1 |
Aktif Üye
Üyelik Tarihi: Apr 2007
Bulunduğu Yer: dostun sayfasi
Mesajlar: 1,786
Tesekkür: 0
|
Vuslatla biten
Vuslatla biten
siteadi.com - Vuslatla biten Aşkın yapışık paraziti kıskançlık, sanatçı aşkında özel biçimlere bürünüyor. "Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım" diye yazıyor Nâzım Hikmet "Otobiyografi" şiirinde, eh haydi bu anlaşılır bir şey (gönlüm de bu noktada onu kayırıyor), aynı Nâzım Hikmet'in, eşlerinden birinin başka bir romancının romanını çok beğenmesini kıskanarak oturup "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim"i yazmasına ne demeli? Sanatçı, bu duyguyu öylesine yoğun ve öylesine tekelci biçimde yaşıyor ki, sanat eserlerinde de en sık ve en başarılı biçimde işlenen temaların başında geliyor. Alberto Moravia'dan Alain Robbe-Grillet'ye, sayısız yazar bu konuda romanlar yayınladılar. Tabii bütün bunlar, "yol boyu" hikâyeleri; menzilde işler daha karışık. Aşka büyülü anlamlar yüklemiş ama vuslat menzilinin tadını hiçbir zaman tam çıkaramamış bir sanatçı, Cesare Pavese bile "Yaşama Uğraşı" adlı günlüğünün bir yerinde şöyle yazıyor: "Kaderin amansız oluşu değildir sorun; çünkü insan bir şeyi inatla isterse, onu elde eder. Korkunç olan, istediğimiz şeyi elde ettikten sonra ondan bıkmamızdır." Burada aşka ya da cinselliğe ilişkin bir dokundurma yok, genel olarak her şeyi kast ettiği söylenebilir. Ama bir süre sonra günlüğe şunları da düşüyor: "Evli bir adamın bile cinsel hayatına bir çözüm bulamamış olması sevindirici, avutucu bir düşünce. Evlenen adam bu zevki artık namusuyla ve huzur içinde tadacağını umar, oysa çok geçmeden karısından bıkar, onu gördüğü zaman bir orospuyu görüyormuşçasına boğuntuya kapılır. Sonra da, nasıl olsa onunla geçinemeyeceğini anlar". Oysa, daha bir kaç yıl önce günlüğüne şunları da yazmıştı: "Bizim istediğimiz bir kadına sahip olmak değil, o kadına sahip olan tek erkek olmaktır." "Normal" insan, vuslatla aşkı yitirince hayat arkadaşıyla bir çeşit işbirliği oluşturarak, beraberliğe başka bir anlam verebilir. Aşka ihtiyacını mutlaklaştırmış sanatçı ne yapacak? Neruda, büyük aşkı, eşi Matilde ile aşklarının zaman zaman yeniden alevlendiğini yazıyor. Aragon ile Elsa'nın "moruk" halleriyle el ele bir fotoğraflarını da hatırlıyorum, hatta bozuştuğum bir sevgiliye postalamıştım. Çoğu sanatçı ise, işte Nâzım Hikmet'in yaptığı gibi, kül karıştırmaktansa başka ateşlere koşmayı seçiyor. Sanki her şey, hayatın saçmalığıyla baş etmek bakımından şanslı kişiler arasında fetihçi, oyuncu ve sanatçı ile birlikte Don Juan'ı da anan Albert Camus'yü doğrular gibi. Simone de Beauvoir, ünlü "Kadın" üçlemesinde "seven kadın"ın erkeklerden farklı, kimi özgül yanlarına dikkati çekiyor ama aşkı sadece üreme içgüdüsünün gereği olarak değil, aynı zamanda esin kaynağı olarak görmek bakımından kadın sanatçıların karşı cinsten belirgin bir farkı yok. Fark, ifade biçiminde ortaya çıkıyor; kadın sanatçı coşkusunu gemlemek zorunda kalıyor. Belki o yüzden onlardan daha az şair ama daha çok hikâyeci ve romancı çıkıyor. Örnekleri hep edebiyattan verdim, öteki sanatlar açısından da benzer dağılımlar, tercihler var. Aslında sanatçı aşkı ya da genel olarak aşk üzerinde konuşurken, ortaçağ sonrasında, şehir hayatının kurumlaşmasıyla belirmeye başlamış, sanat eserleriyle pekişmiş bir olguya sabit anlamlar yüklediğimiz söylenebilir. Oysa, her kavram gibi aşkın da tarihi ya da toplumsal bir sabitliği yok. Zola'nın "Germinal"inde, Gorki'nin eserlerinde proletaryanın yaşadığı aşkların, bu ortalama aşkla benzer yanları kadar, farklı yanları da var. Sözgelimi mülkiyet düzenini pekiştirmeye yönelik olan ve burjuva dünyasının ortalama aşk anlayışını oldukça belirlemiş olan (sakatlamış da diyebiliriz) puriten ahlak anlayışı, bu mülksüzler arasında pek geçerli değil. Yarının dünyasında geçerli aşk ilişkileri de bugünden kestirilemez. Ama şimdilik öyle ya da böyle, "Giderek solan A'sı kadar yaşanıyor aşk / Ş'ye geçse alkol gibi olurdu zaten". alıntıdır.. |
Tags |
biten, vuslatla |
|
|