Ana Sayfa


Sonbahar Logosu Ana Sayfaya Gidin Ekibimiz Forum Kuralları Arama
Geri Dön   Dostun Sayfasi > Kitaplar
Yardım Takvim Bugünkü Mesajlar Arama

Cevapla
 
LinkBack Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
Eski 07-05-2007, 22:03   #1
Onursal Dost
Serhad - ait Avatar
Üyelik Tarihi: May 2006
Yaş: 40
Mesajlar: 1,387
Tesekkür: 4294967295
63 mesajina 141 kez tesekkür edildi
 Serhad isimli üyemiz çevrimdışıdır. (Offline)
Tanımlı Susanna Tamaro/HER SÖZCÜK BİR TOHUMDUR


siteadi.com - Susanna Tamaro/HER SÖZCÜK BİR TOHUMDUR

Çeviren Eren Cendey
Sayfa: 92
ISBN 978-975-07-0778-0
Baskı Tarihi: Mayıs 2007
Özgün dili: İtalyanca
Özgün Adı: Ogni parola ê un seme
Etiket: 14,00 YTL
ÇAĞDAŞ DÜNYA EDEBİYATI



Bir süredir, kendimi sık sık dilbalıklarını düşünürken yakalıyorum. Yolda yürürken ya da uykuya dalmadan önce bilincin bir anlık durulmasında oluyor bu. Pişirilmiş ve tabağa konmuş dilbalıkları değil aklıma takılan; canlı, özel renkleriyle kamuflaj yaparak denizin dibinde yaşayanlar. Deniz maskesiyle dalmaya alışık olanlar, onların ayırt edilmelerinin çok zor olduğunu, ancak kumun bedenleri üzerinde uyguladığı hafif ve düzenli hareketle seçilebildiklerini bilirler. Görülebilen, yalnızca yan yana olan gözleridir. –Dişler, yüzgeçler ya da bedenin aerodinamik yapısı değil– derisindeki renksel değişimlere kumanda eden gözler, tehlikelerin farkına vararak ve yaklaşmakta olan olası avları haber vererek bu ürkek örneğin hayatta kalmasında büyük rol oynar.
Pek çok kişi dilbalığının dünyaya aynen öteki pleuronectiformesler gibi, onu tanıdığımız haliyle, yani yassı olarak değil, bütün balıklar gibi sırttan karına uzanan bir yükseklikle geldiğini bilmez. Yumurtadan çıkan larva kendini akıntıya bırakır, bedeni biraz biçim kazanır kazanmaz kuyruğunu hareket ettirerek düzenli biçimde yüzmeye başlar. Ancak iç organları şekillenmeye başladığında inanılmaz olan gerçekleşir: Bağırsak bir girinti oluşturarak bütün bedeni kendine uymaya davet eder. İlk yer değiştiren ağız olur; bunu kafa kemikleri izler ve en son olarak da gözler taşınırlar.
Hans Christian Andersen dilbalığının biyolojisini bilseydi, eminim ona hüzünlü mü hüzünlü bir masal ithaf ederdi ve yassı balıklar da deniz kızı, kuğu ve kurşun asker gibi dünyaca ünlü olurlardı. Herkes, balık biçiminde doğup sonra uçan halıya dönüşen yaratığın acımasız yazgısı karşısında pek üzülürdü.
Gazeteleri okurken, televizyon izlerken, insanlarla konuşurken bizim sözde uygarlığımızda da bir “dilbalıklaşma” sürecinin gündemde olduğu izlenimine kapılıyorum. Bu olgu yeni değil, başlangıcı en azından üç yüzyıl öncesine uzanıyor ama bütün bu evrimi harekete geçiren tohum, insan kadar eskidir; o her zaman yüreğimizde yaşamış, bize iyi öğütler veren biri gibi güvenli bir ses tonuyla konuşmuştur. İşte bizler bu ikna edici seslere kulak vererek, yavaş yavaş, sebat ve inatla, bütün canlılar dünyasında yalnızca bazı yassı balıkların ulaşmış olduğu bir özelliğe sahip olmayı başardık.
Ağzımız ve burnumuz henüz yerinde duruyor ama gözlerimiz yer değiştirdi; hareket ederek dört bir yanımızı gözetlemek yerine sadece karşıya, ellerin ve kolların ulaşabileceği daracık ufka, yalnızca alınabilecek, ele geçirilebilecek ve sahip olunabilecek şeylere odaklandı. Bakışlarımız artık tek bir boyutu, maddesel olanı algılayabiliyor. Nihayet başardık! Biz bir şeyiz, bütün öteki şeyler arasına mutlulukla gömülmüş tek bir şeyiz. 2001: Uzay Yolu Macerası filmindeki maymunlara benzedik: Ellerimizde kemikler, halka olmuş dans ediyoruz, çıkarmayı öğrendiğimiz sesleri takıntılı biçimde tekrar ederek sürümüzün içinde kalmayı başarıyoruz.

İlk kitabım olan Aklı Bir Karış Havada’nın –düşsel, hayali bir romandı– kahramanı Ruben amansız bir saplantıya takılıyor ve bunu dindirebilmek için trajik serüvenlere atılıyor.
Onun saplantıları elbette bana ait olanlardı. Kendimi bildiğimden beri, sözcükleri sorguladığımı anımsarım. Yere oturur, masanın ayaklarına dokunurdum. Dört ayağı ve bir çatısı olan bu koyu renk şeyin adı masa; çünkü herkes onu bu adla tanıyor; ama ben ona sama desem o gene bir masa olur mu? Çünkü ninemin konuştuğu öteki dilde ona Tisch deniyor ve o gene bir masa mı oluyor? Bir nesnenin özüyle adı arasında nasıl bir ilinti var? Adla gerçeklik arasındaki ilişkinin boyutu ne?
Küçükken uzun öğleden sonralarını, sessizlik içinde yoğunlaşarak, kendi kendime bunları sorarak geçirirdim. Kimi zaman öyle bitkin düşerdim ki, ağlamaya başlardım. Bir yetişkin geçiyorsa yanımdan, sorardı: “Neden ağlıyorsun?” Her zaman aynı yanıtı verirdim: “Bilmiyorum.”
Gerçekten de bilmezdim. Bir tür çamura, bataklığa gömüldüğümü hissederdim. Boğazıma tıkanan yumru hüzündü, acizlikti. Donuk bir kabuğun, nesneleri ve yüzleri sarmaladığını, bu kabuğun Ali Baba’nın mağarasının kapısına benzediğini ve olağanüstü bir parıltıyı gizlediğini ama benim ne yazık ki Ali Baba’dan farklı olarak sihirli kapıyı açacak büyülü sözü bilemediğimi düşünürdüm.
Okula başlayınca sözcükleri bırakıp nesnelerle ilgilenmeye başladım. Ne şiirleri seviyordum, ne güzel yazıya ilgi duyuyordum; eğitimin bütün bu kısmı ölesiye canımı sıkıyordu. Beni asıl ilgilendiren Tanrının dünyayı yedi günde nasıl yarattığıydı: Çiçekleri, otları, karıncaları, kelebekleri, uç uç böceklerini, yani bunca formu nasıl hayal edebilmişti?
Yetmişli yılların ortasında çocuklara evrim ve benzeri konulardan söz edilmediği için kendi başımın çaresine bakmak zorunda kaldım. Bir doğum günümde, sanırım dokuzuncusuydu, bana adı Doğa Bilimleri olan bir kitap armağan edildi; ve gizemin bir bölümü oracıkta aydınlanıverdi. Nesneler birer birer oluşmuşlardı; önce taşlar, su, bulutlar olmuştu; sonra yavaş yavaş öteki şeyler çıkmıştı ortaya. Renkli resimler, üçlü yaprak trilobit’ten maymunlara uzanan ve milyonlarca yıl süren yavaş süreci gözler önüne seriyordu.
Bu okumalar, bir süre için yatıştırmıştı beni. Ama gecelerden bir gece zihnime takılan bir soruyla ansızın uyanıverdim. Maymunlara ne olmuştu? Neden, birdenbire dişlerini fırçalamaya, giyinmeye ve otomobil kullanmaya başlamışlardı? Sadece neden değil; aynı zamanda hangi biçimde yapmışlardı bunu? Babasıyla balinanın karnından çıktıktan sonra bir sabah uyandığında kendini tahtadan bir kukla değil, etten bir çocuk olarak bulan Pinokyo’nun başına gelenler, onlara da olmuş olmalıydı.


II
Hominoidlerin iki farklı kola ayrılmaları otuz milyon yıl kadar önce gerçekleşti: hominidler ve insansı maymun pongidler. Şempanze, orangutan, goril ve kuyruksuz maymun gibi bize benzeyen maymunlar pongidlerden türediler; hominidlerden ise biz insanlar olduk.
O zamanlar hepimiz mutlu mesut ağaların tepesinde yaşıyorduk; sonra doğal ayıklanma sadece küçük kuyruksuz maymunların orada kalmalarına izin verdi ve biz ve kuzenlerimiz, bizleri hiç ağırlığımız yokmuş gibi daldan dala uçuran o sevimlilik dolu çevikliğimizi yitirerek yere düştük.
İyi ama bizi koruyan, serinleten ve besleyen ağaçları neden terk ettik?
Pongidlerin yere inmelerinin nedeni fazla ağırlıkları olmuş olmalı; kemikleri kısalıp kalınlaşınca dallar kırılmaya başladı ve böylece onlar dallardan düşmektense yere inip, toprağın üzerinde yürümeyi yeğlediler.
Peki ya hominidler?
Bir insanı, bir gorilin yanına koyarsak aradaki fark hemen belli olur. Ne kadar obur olursak olalım, asla bu kadar ağır olamayız. Bizim kemiklerimiz uzun ve hafiftir; omurgamız –yeryüzünün benzersiz bir örneği olarak– aşağıdan yukarıya doğru uzanan sabit bir çizgi izler. Kuzenlerimizin sırtlarında aynı dikeylik yoktur; onlarınki bir biçimde kolların denge çizgisini izler ve bu da yürürlerken pek sevimli bir hantallık yansıtmalarına yol açar.
Sözün kısası, bizler ağır değildik ama gene de ağaçlardan yere indik.
Bu noktada, “öyle görünüyor ki” ağaçlar Miyosen döneminin ormanı sarmaşıkları gibi sıktılar. Öyle görünüyor ki, bir ısı düşmesi sonucunda ağaçlar azaldılar ve atalarımız bir ormandan ötekine geçmek için yere inmek zorunda kaldılar. Bu seyrelmenin kuyruksuz maymunları pek rahatsız etmediği ortadadır, çünkü biz 2004 yılında füzeler, shuttle’lar, cyber robot’lar ve klonlar dolu bir dünyada gezinirken onlar hâlâ tasasızca bir daldan ötekine atlamanın keyfini çıkartıyorlar.
Her neyse, bizler yere indik ve yürümeye hatta koşmaya başladık çünkü düzlükler o dönemlerde pek güvenli yerler sayılmazdı; karınları daima aç olan kocaman etoburlar çoktan beri ortalıktaydılar. Öyle görünüyor ki, doğal ayıklanma koşmaya uygun bir ayağın oluşmasına yardımcı oldu ve otoburlara özgü bir davranış olan kaçışı, tek kurtuluş yolu olarak gösterdi.
Bu nedendir ki, hominidler milyonlarca yıldan beri koşmaktalar. Pek çoğu o zamanın kılıç dişli kaplanlarınca ya da başka hayvanlarınca yutuldular. Geriye kalanlar, ancak birkaç milyon yıl önce “insan” oldular.
Benzeri bir sıfatı hak etmek için yaptıkları bunca önemli şey nedir? Aletler yapmaya, başlarını dik tutmaya başlıyorlar, haykırmaya, hecelemeye ve hatta bunları sözcüklere çevirmeye yatkın bir çene kemiğine sahip oluyorlar. Heyecan verici bu ilk değişiklikleri gözler önüne seren, australopithecus paleojavanus fosillerinin kalıntılarıdır. Beyin henüz küçüktür, 600 santimetre küptür; bir gorilinkiyle eşittir. Küçüktür ama için hırslı projelerle doludur.
Ağaçlardan henüz inmiş olan hominidlerde kafatası kutusu 300 santimetreküptür. 29 milyon yıl içinde kapasite iki katına çıkar ve 600 cm. küpe ulaşır. Hırslar da gelişir. Sadece yarım milyon yıl içinde bir sıçrayış daha gözlenir: 600’den 1400’e ulaşılır. Bu gerçek ve tam bir evrimsel patlamadır.
Ne var ki bu olguya bağlı olan çok özel bir durum vardır: bedenin boyutları hiç değişmez. Oran yasasına göre başımız böyle büyüdüğünde, boyumuz üç metreyi geçmeliydi; taze yaprakları yemekte zürafalarla boy ölçüşebilmeliydik. Oysa hayır; özel bir yetenek göstermeden mütevazı biçimde küçük kaldık. Evrimin bizi yan yana getirdiği bütün öteki varlıklara oranla, her şeyde ortalama bir düzey tutturduk; daha yavaş koşuyoruz, daha alçaktan atlayabiliyoruz, ayılarla ve kaplanlarla karşılaştırıldığında gücümüz pek gülünçtür. Ama bizim de sırtımız diktir, elimizin başparmağı ayrık durur ve çene kemiğimiz dilimizle birlikte çalışabilir. Anlamsız sesler yerine sözcükler çıkartırız ağzımızdan.
İşte Aklı Bir Karış Havada romanının kahramanı Ruben’in takıntısı buydu: ilk sözcük hangisi olmuştu? İnsanoğlu milyonlarca yıl boyunca sadece domuz gibi homurtular çıkartmıştı ve sonra....? O ağızdan zamanların karanlık bir noktasında ne çıkıvermişti?

__________________
bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi
birçok kere yitirdim denizde kendimi
gidiyorum aramaya, suyu bilmeden
beni çürütecek, ışık yüklü ölümleri.


Konu Serhad tarafından (07-05-2007 Saat 22:05 ) de değiştirilmiştir.
  Alıntı ile Cevapla
Yandaki üye(ler) bu mesajindan dolayi Serhad üyemize tesekkür ettiler
huznunkollari (27-10-2009)
Cevapla

Tags
bİr, susanna, sÖzcÜk, tamaro or her, tohumdur


Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık



Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 06:49 .
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.

Modified by HAKANDOST

eXTReMe Tracker




Valid XHTML 1.0 Transitional


Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.1